27 Haziran 2015 Cumartesi

Benim Bir Blogum Vardı...

Evet ya, benim bir blogum vardı. Bir düşündüm, en son yazımı 28 Ağustos 2014'te yazmışım. Aradan neredeyse 1 sene geçmiş! O bir sene nasıl geçti bir de bana sorun. Gecem gündüzüme karıştı, araya seyahatler, ailevi sağlık sorunları, sevinçler ve üzüntüler girdi. Evimize sevimli bir kedicik geldi:) Evet bir senedir yazmamışım ama iyi bir performans sergilemişim. Sanırım kendimi ancak neler yaptığımı detaylı olarak yazarsam aklayabilirim:

O tarihten bu yana tam 6 çizgi roman
American Vampire 1 (Scott Snyder & Stephen King)
American Vampire 2 (Scott Snyder)
American Vampire 3 (Scott Snyder)
Arkham Asylum (Grant Morrison)
Harley Quinn 1 (Jimmy Palmiotti & Amanda Conner)
V for Vendetta (Alan Moore)

2 non-fiction (kurgu olmayan) kitap, 
Beat Cancer (Mustafa Camgöz & Jane Plant)
The Secrets of Happy Families (Bruce Feiler)

4 kitaplık bir fantastik gençlik serisinin 3 kitabını,
Protector 2 - Page (Tamora Pierce)
Protector 3 - Squire (Tamora Pierce)
Protector 4 - Lady Knight (Tamora Pierce)

ve bir adet de roman çevirdim. 
Before I Go (Colleen Oakley)

Yani toplam 3343 sayfacık!

Bunların dışında isimleri bende saklı olan iki müşterim için teknik çeviriler ve bir de kitap redaksiyonu yaptım. O kitap da yakın zamanda basıldı. Yani sizi sık sık arayıp uzun uzun
telefonda konuşamadıysam, yemeğe, çay saatine misafir çağıramadıysam, hafta sonları evden nadiren çıkan sıkıcı bir insan haline geldiysem işte bu yüzdendir. Sizi sık sık aramamam özlemediğim ya da sevmediğim anlamına gelmez. Napayım, ben de böyleyim işte. Kendimi kalıcı işler yaparak yararlı hissediyorum. Beni de böyle kabul ediverin.

Tabii kimseye bu deli tempoyla çalışmasını tavsiye etmiyorum. Artık frene basma vakti geldi. Bundan böyle hafta sonlarını kendime ayırıyorum ve akşamları çalışmıyorum. Bu sefer de ne oluyor bilin bakalım? Murpy Kanunları devreye giriyor ve ben çeviri yaparken onlara vakit ayırmadığımdan yakının herkesin işi çıkıyor:)

Hayat her şeye rağmen güzel, üretmek daha da güzel. Şu ana kadar bu çevirilerin sadece 2 tanesi basıldı. Umarım diğerleri de en kısa zamanda basılır ve okurlarıyla buluşur. Henüz hepsi basılmadığı için yayınevi adı vermiyorum. Zaten basıldıkça facebook sayfamda paylaşıyorum. 

Yağmurlu, mis gibi toprak kokulu, bol şimşekli ve fırtınalı (!) bir İzmir gününden sevgilerimle... Söz, bir daha arayı bu kadar uzatmayacağım. 





28 Ağustos 2014 Perşembe

Çevirmenliğin 10 Püf Noktası

Bu aralar o kadar çok "Yazarlığa Giden 10 Yol", "Yazar Olmanın 10 Püf Noktası" tarzında başlıklar görüyorum ki, benim de aklımda kendi listemi yapmak geldi. Yoksa yazarlık ve çevirmenliğin 10 maddeye indirgenemeyecek meslekler olduğunun farkındayım. Eminim sizin de kendi 10 maddelik listeniz vardır. Katkıda bulunursanız çok sevinirim...

1. Zaman yönetimi her şeydir. 
Bu teknik çeviri için de geçerli, kitap çevirisi için de. Her gün (Hafta sonları dinlenebilenleri şanslı sayıyorum) düzenli olarak o işin başına oturmazsanız metin size küser. Bazen nadiren sözlüğe bakarsınız, bazen de tek bir kelime için saatlerinizi harcarsınız. Karşınıza ne çıkacağını hiç bilemediğiniz için, her gün belli bir sayfa / karakter çevirmek en iyisidir. Çeviri yapmak son gece sabahlayarak final sınavına çalışmaya hiç benzemez, aman dikkat!

2. Akıl akıldan üstündür.
Eminim çok iyi bir çevirmensinizdir. 50 tane kitap çevirmiş de olabilirsiniz. Ama inanın bana, sizin dahi bilmediğiniz şeyler olabilir. Özellikle de dile yeni eklenen, gençler tarafından kullanılan terimlerde çuvallama olasılığınız yüksektir. Bu yüzden sosyal medyadaki çevirmen guplarını takip etmenizi ve üye olmanızı öneririm. Tabii doğru grubu bulana kadar epey vakit kaybedebilirsiniz. Bazı üyeler yardımlaşmak yerine çemkirmeyi tercih edebilirler. Kimseyle polemiğe girmeyin. Kendi kendinize gülümseyin, deriiiin bir nefes alın ve o arkadaşı / abiyi / ablayı egosuyla baş başa bırakın. Sizinle aynı frekansta olan insanlar bulduysanız, seviyeli tartışmaların tadına doyum olmaz. Bir sürü de yeni şey öğrenirsiniz. Bu arada, çevirmenin en büyük yardımcısı ve en büyük tuzağı internettir. Molayı abartmayın:)

3. Mümkün olduğunca çok çeviri kitap okuyun.
Hatta kitabın orijinalini de bulun ve o şekilde okuyun mümkünse. Bu sayede çok şey öğrenebilirsiniz. Tabii neleri yapmamanız gerektiğini de görmüş olursunuz...

4. Çevirdiğiniz kitapları herkesin okumasını beklemeyin.
Eğer kitap çevirmeniyseniz, çeviri yapmaya başladığınızda herkes bir heves "Ay çıkınca mutlaka haber ver, hemen okuyayım" der. Bu genelde hep lafta kalır. Ayrıca çevirdiğiniz türler insanların ilgi alanına girmeyebilir. Üzülmeyin, kırılmayın. O kitapları mutlaka okuyan birileri var. 

5. Müzik candır. 
Ben çalışırken genelde sessizliği tercih ediyorum. Ama arada müzik eşliğinde çalışıyorum. Kendimi çoğu zaman şarkı sözlerine kaptırdığım için klasik veya enstrümantal müzik dinliyorum. Sizin de mutlaka sevdiğiniz bir tür vardır.

6. Piyasayı takip edin.
Yani çıkan kitapları, yayınevlerini, işleri takip edin. Severek okuduğunuz kitapların çevirmenlerine bir iki satır güzel bir şeyler yazıverin de, sevinsin garipler:)

7. Karşılığını bulmak için saatlerinizi verdiğiniz terimleri mutlaka bir kenara not edin. Böylece bunlara tekrar rastladığınızda vakit kaybetmezsiniz. Hatta üşenmezseniz kendinize ait bir word / excel sözlüğü hazırlayın. İnanılmaz faydasını göreceksiniz. 

8. Arkadaşınız / eşiniz dostunuz çevirmen diye ona fazla yüklenmeyin.
Acıyın ona. Kendisinin bütün işleri süreli. Bu istekler genelde vaktin kısıtlı olduğu zamanlarda gelir zaten. "Vaktim yok, çok sıkışığım" derse gönül koymayın. 

9. Dosyalarınızı sürekli yedekleyin. 
Ne olacağı hiç belli olmaz. Saçınızı başınızı yolmak istemiyorsanız, üzerinde çalıştığınız dosyayı flash belleğe de kaydedin. Hatta kendinize mail atın! 

10. Sözleşmesiz çalışmayın.
Söylememe gerek yok sanırım ama, siz yine de tedbirli olun. 

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Çevirmeni Sinir Eden Sorular

Serbest çevirmenler olarak sabit bir ofis ortamında çalışmadığımız için, sosyal medya aracılığıyla birbirimizi buluyoruz ve çok yararlı paylaşımlarda bulunuyoruz. Belki de en çok yardımlaşmanın yapıldığı mesleklerden biri çevirmenlik. Kimse bildiklerini kendine saklamıyor, karşınızdaki kişinin derdine derman olabildiğiniz zaman kendi çevirinizdeki bir pürüzü gidermiş gibi seviniyorsunuz. 

Takip ettiğim bloglardan biri de sevgili Onur'un The Reading Lady blogu. Yayınladığı en son videoda "Beni Sinir Eden Tipler ve Sorular!" konusunu işlemiş. Bu keyifli video bana da ilham verdi ve ben de beni sinir eden durumları listelemeye karar verdim.

Sen eski işinde bu kadar çalışıyor muydun?
Hoppalaa! Çalışıyordum arkadaşım, belki saatlerim daha düzenliydi ama afedersin eşek gibi çalışıyordum. Üstelik çok mutsuzdum. Zorluğu olmayan hiçbir iş olmadığına göre, bari sevdiğim şeyi iş edineyim dedim. Bunda bu kadar şaşılacak bir taraf göremiyorum ben. Eminim sabahlamak yerine şık bir plazanın 38. katında Armani tayyörüm ve stilettolarımla otursaydım, daha havalı olurdum. Ama üzgünüm, ben kendim için yaşıyorum. 

Zaten kitap çeviriyorsun, bir de kitap mı okuyorsun?
Kitap okumak benim için bir hobi, terapi, beyin jimnastiği. Bu aralar özellikle çeviri kitaplar okuyorum ki, diğer meslektaşlarımın işlerini takip edebileyim. Bu sayede neleri örnek almam, nelerden uzak durmam gerektiğini öğreniyorum. Yani eğlenirken öğrenmeye devam ediyorum. Bu yüzden beni kitap okurken görünce üzülmeyin, gerçekten. Instagrama dakika başı fotoğraf yükleyip #yazzgeceleriii #loveforeverinparis #minikaskimbocegimmmm #tatliskooommmm #birthdaygirll #filancaninbabyshowerpartisiii diye komik tagler ekleyeceğinize birkaç sayfa okumanızı şiddetle öneririm!

Ay bu çok asosyal bir iş değil mi? Sıkılmıyor musun?
Güzel kardeşim, ben zaten saçma sapan insanlarla sosyalleşmekten ve birilerinden emir almaktan yıldığım için bu işi seçmişim. İnsanlar yerine kitaplarla uğraşmayı tercih etmişim. Bunu anlamak bu kadar zor mu? Ben sana "Ayyy, patronunun kaprisini nasıl çekiyorsun?" diye soruyor muyum?

Ne zaman ara vereceksin? Arka arkaya kitap çevirme de biraz dinlen. 
İyi niyetli olduğunuzu biliyorum ama saçmaladınız:) Sabit bir işte çalışırken kimse böyle demiyordu halbuki. Bir yılda bölük pörçük kullandığım yıllık iznim dışında tatilim yoktu ama bunu kimse garipsemiyordu. Sabit bir işte çalışırken, "Patron ya kusura bakma, benim bu aralar biraz kafam bozuk, ben bir ay işe gelmeyeceğim, nasılsa ben olmazsam şirket batmaz," diyebilir mi insan? İşte çevirmenlik de böyle bir iş. Teklif gelir, metne ısınırsanız ve anlaşırsanız işi kabul edersiniz, karşılığında da para kazanırsınız. İş hayatında nasıl süreklilik, üretkenlik ve verimlilik önemliyse, çevirmenlikte de öyledir. Çevirdiğiniz her metin, basılan her kitap sizin için bir referans olur.  

Bugün de çalışmayıver. Çok sıkıyosun kendini canım!
Çalışmadığım her gün bana yol, su ve elektrik olarak dönüyor... Belki bir kitabı sabahlayarak 2-3 günde okuyup bitirebilirsiniz, ama bu şekilde ÇEVİREMEZSİNİZ. Tabii google translate değilseniz... Çevirdiğim her cümle, paragraf ve sayfa benim için bir artı. Her boş anımda bilgisayar başına geçtiğimi görüp de üzülmeyin. İnanın artık TV'deki bütün dizilerin senaryolarını tahmin edebiliyorum ve hiçbiri bana keyif vermiyor. Ben kitaplarım ve çevirilerimle daha mutluyum. 

İlk etapta aklıma gelenler bunlar. Ara ara doluyorum böyle. Başka çevirmenlerin de benzer sorulara maruz kaldıklarını tahmin ediyorum. Bu gidişle "Çevirmeni Anlamak" adında bir el kitabı çıkarmamız gerekecek galiba:)

20 Haziran 2014 Cuma

Yetimlerin Efendisi'nin Oğlu

Takip edenler bilirler, 2012 yılında hiçbir eser edebiyat alanında meşhur Pulitzer Ödülü'ne layık görülmemişti. Bir yıllık aranın ardından, 2013'ün Nisan ayında Adam Johnson'ın "The Orphan Master's Son"ı Pulitzer'ı kapınca, haliyle çok ilgi çekti. Aslında ödül almadan önce de çok konuşulmuştu, editörüm kitabı incelemem için gönderdiğinde tek bir olumsuz yoruma bile rastlamamıştım. Kitap ödül aldıktan birkaç hafta sonra, ben de çeviri sözleşmemi imzalamıştım.

Büyük bir sorumluluk üstlendiğimin farkındaydım ve bu çevirinin diğerlerinden daha zor olacağını hissediyordum. Geçmişte Pulitzer Ödülü verilen eserleri ve yazarları incelediğinizde, ne demek istediğimi anlarsınız. Her biri kulvarında birer mihenktaşı kabul edilen kitaplardır bunlar. Çalışmaya başladığımda yanılmadığımı gördüm; bu gerçekten de farklı bir kitaptı. Bir kere çok az tanıdığımız Kuzey Kore'de geçiyordu, totaliter bir rejimin vatandaşlarına neler yapabileceğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. Yetim bir çocuğun yetişkinliğe geçiş sürecinde yaşadıklarını işlerken, beyni yıkanmış yapay bir toplumun devlete koşulsuz boyun eğişi irdeleniyordu. Yazar bu romanı altı yılda yazmış, derinlemesine araştırmalar yapmış ve sonunda Kuzey Kore'yi ziyaret etmiş. Bu kadar gerçeğe yakın bir tablo çizmesini de buna bağlıyorum. Tabii ki bazı yerlerde yazarın hayal gücü devreye giriyor, ancak bu romana ilham kaynağı olan temalar ve yaşantılar yadsınamayacak kadar gerçek.

Okumak isteyenlere bir notum var: Bu bir kumsal kitabı değil. Sakın yanlış anlamayın, hiçbir kitabı küçümseme niyetinde değilim. Demek istediğim, bu kitabı salim kafa okumanız gerektiği. Bazen irkileceksiniz, bazen "Bu kadar da olmaz," diyeceksiniz. Esir kamplarındaki yaşam mücadelesini ve işkence sahnelerini okurken dişinizi sıkmanızı öneririm. Çevirirken en çok zorlandığım kısımlar bunlardı... Kuzey Kore hükümeti hala daha bu kampların varlığını inkar etse de, uydu fotoğraflarından her şey açıkça görülüyor.

Bu kitap zamansal olarak da hayatımın zor bir dönemine denk geldi. Yeni taşınmıştık, romanın henüz üçte birini çevirdiğimdeyse sevgili babaannemi kaybettik... Çalışırken bazen hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Yaz sıcağında eve kapanıp (gerçek anlamda) gece gündüz çalıştım. Kuzey Kore ideolojisi ve terminolojisi hakkında çokça araştırma yapmak zorunda kaldım. Ayrıca Adam Johnson çetrefilli ve uzun betimlemeleri bolca kullanmış ve yer yer alegorik bir anlatımı benimsemişti. (Bu arada kendisi Stanford Üniversitesi'nde yaratıcı yazarlık dersleri veren bir akademisyen.) Fakat bu kitap benim için bir sınav niteliğindeydi. Beni çok zorladı ama kendime güvenimi arttırdı. Artık zor bir pasaja denk geldiğimde, "Sen OMS'yi çevirdin, ha gayret!" diyerek kendimi motive ediyorum:)

The Guardian bu kitap için şöyle demiş: “Yetimlerin Efendisi’nin Oğlu, tıpkı 1984 ve Cesur Yeni Dünya gibi distopik klasiklerin arasında yer almayı hak ediyor.”

Benim en çok hoşuma giden yorum buydu. Sanırım bu kitabı tek kelimeyle anlatmam gerekse, "distopik" tanımını tercih ederdim. Bu terime aşina olmayanlar için wikipedia'nın tanımını da ekliyorum: 

Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır.
Distopik bir toplum otoriter - totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir.
Kelime ilk defa John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır. Filozofun Yunanca bilgisi göz önüne alınırsa, kelimeyi "ütopyanın tersi" olarak değil, "kötü bir yer" anlamında kullandığı anlaşılır.

Evet, daha fazla ipucu vermeden yazımı bitirsem iyi olacak. Bana bu kitabı çevirme fırsatı tanıdığı için Pegasus Yayınları'na bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum. Bu kitapta herkesin çok emeği var.

Son olarak kitabın tanıtım videosunu da paylaşayım ve kararı sizlere bırakayım...


 




14 Mayıs 2014 Çarşamba

Gözleri Aydın!

En çok böyle günlerde zorlanıyorum. Ülkem yas tutarken, her yer kömür karasına bulanmışken, ben 19. yüzyılın Güney Amerikası'nda, uçsuz bucaksız mavi bir göğün kucakladığı yeşil ovalarda gezinmek zorundayım... Elim sürekli haber güncellemelerinin yer aldığı sekmeye gidip duruyor. Sonra bugünkü sayfa hedefimden çok geride olduğumu görüyorum ve son bir gayretle tekrar o yeşil ovalara geri dönüyorum. Merak ediyorum; acaba kaygısız bir ülkenin vatandaşı olmak nasıl bir duygudur? Böylesine korkunç olayları yalnızca bir haber olarak dinleyip hayatlarına devam eden insanlar ne düşünürler, ne hissederler? 15 yaşındaki bir ergen madende kömür çıkarırken, Finlandiyalı yaşıtı muhtemelen hükümetinin kendisine ücretsiz olarak sağladığı eğitim hakkını kullanarak, şehrindeki teknoparkta bir proje üzerinde çalışıyordur... Amerikalı yaşıtının en büyük derdiyse bir an önce 16 yaşına basıp ehliyet almaktır herhalde. 

"Neden?" sorusunun birçok yanıtı var. Kader (!), ihmal, adam sendecilik, bize bir şey olmaz mantığı, umursamazlık. En kötüsü de bu sonuncusu. Vatandaşları, bu ülkenin başındakilerin "umurunda" bile değiller. Çocukluğumdan beri böyle faciaların ardından o klişe cümleleri duymaktan bıktım artık:

"Yetkililer henüz olay yerine intikal etmedikleri için resmi olmayan rakamlara göre ... ölü, ... yaralı var. Arama kurtarma çalışmaları büyük bir özveriyle devam ediyor."

"Falanca bakanı bilmemkim bu elim olayda hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah'tan rahmet, ailelerine sabır diledi ve acılarını paylaştığını dile getirdi."

Biz istediğimiz kadar yazıp çizelim, sosyal medyada profil fotolarımızı siyah fonlarla, kurdelelerle değiştirelim, nafile. Neden biliyor musunuz? Çünkü balık baştan kokar. Eh, bu sene 19 Mayıs'ı kutlamamak için bahaneleri hazır artık, gözleri aydın!

10 Mayıs 2014 Cumartesi

E-Postalar Cevaplanmak İçindir

İki ayrı üniversitede çalıştığım yıllar boyunca sayısız saçma ve sonu hiçbir yere varmayacak olan e-postalara cevap verdim. Bazen güldüm, bazen sinirlendim, bazen de soruyu yöneltenin zeka seviyesine üzülüp, fazla bir şey beklememem gerektiğini gördüm. Ama yine de, bıkmadan ve usanmadan hepsine cevap verdim. Evet bu benim işimin bir parçasıydı. Sık sık, "Kaç puanlan alıyonuz? Benim notlar düşüq ama burs war diil mi?" şeklindeki sorularına cevap verdiğim için kendimi enayi gibi hisseder ve zaman kaybettiğimi düşünürdüm. Ama yine de insanları havada bekler pozisyonda bırakmazdım. Çünkü birini cevapsız bırakmak, onu yok saymaktır.
Ne yazık ki bu yayıncılık sektöründe çok sık tekrarlanan bir davranış örneği. Editörlerin nasıl bir iş yoğunluğu içinde çalıştıklarını biliyorum. Ama günde 15 dakikalarını şu görmek istemedikleri e-postalarına ayırsalar, ne kadar çok hayır duası alabileceklerinin farkında değiller. Kim bilir; belki de aralarında bugüne kadar hiçbir deneme çevirisi reddedilmeyen ve gelecek vaat eden bir çevirmenin başvuru dosyası da gizlidir!
En sinir olduğum şey de, yazışma trafiği başladıktan sonra, siz karşı taraftan cevap beklerken iletişimin nedensiz yere bıçak gibi kesilmesi... Kardeşim sorun nedir? Kitabı çevirtmekten mi vazgeçtiniz? Yayın haklarında bir sorun mu çıktı? Daha ucuz çalışacak başka bir çevirmen mi buldunuz? Benimle yazışan editör işten mi ayrıldı? Sorun  nedir?! Yanıt: Kocaman bir sessizlik.
Birkaç ay önce Murat Yalçın'ın editöre e-postalar adlı kitabını zevkle okumuştum. Kendisine gelen bin türlü saçma ve komik e-postayı derlemişti bu kitapta. Bazıları gerçekten de, "Bu da yazılır mı ya?" dedirtecek cinsten. Fakat ben böyle e-postalar yazmadığımdan adım kadar eminim:)
Sanmayın ki bana geri dönmeyen yayınevlerinin hepsi de dünya klasikleri basıyor... Aralarında son derece lokal olan butik yayınevleri de var. Bastıkları kitapları kitap fuarındaki stantları dışında hiçbir kitabevinin rafında görmediğim bu yayıncılar, bir istiridye gibi kabuklarına çekilmiş halde çalışıyorlar. Bu kitapları kim alıp okuyor onu da bilmiyorum.
Neyse... "Ne takıyorsun?" diyebilirsiniz. Taktığım yok ama şaşırıyorum. Çevirmenler yayıncılık sektörünün görünmez kahramanları olarak en azından kendilerine bir iki satır da olsa cevap yazılmasını hak ediyorlar çünkü. Onlardan gelen mesajları, "Bu serinin dewamı ne zaman çıkçakk? Çok pahalı olmasın ama alamıyoz!" türevinde güzide okur mesajlarından farklı bir yere koymak gerekiyor kanımca... Çünkü çevirmenler yayınevlerinin iş ortakları. İşin belki de en büyük sorumluluk içeren kısmını üstlenen silahşörler... Dürüst olmak her zaman en iyisidir. Yaz kardeşim, reddet, ama iki satır yazıver. Hatta birkaç şablon da önereyim bu vesileyle:
"Şu anda çevirmen kadromuzda boşluk yoktur. Sizi çevirmen havuzumuza ekledik. Uygun bir çeviri olduğunda irtibata geçeriz."
"Sizden daha düşük ücretle çeviri yapacak bir arkadaşla anlaştık. Ne yaparsınız, piyasa koşulları bizim de elimizi kolumuzu bağlıyor."
"Başvurunuz için teşekkür ederiz. Ancak biz en az 5 yıl deneyimli çevirmenlerle çalışıyoruz." (Aksilik olmazsa 5 yıl sonra da bu işi yapacağımı ve çok daha deneyimli olacağımı bildiğimden, o zamana görüşürüz şekerim. Bakalım o zaman da ben size programımda yer açabilecek miyim?!)
En kötüsü de ne biliyor musunuz? Bir kitapla ilgili yazışmaya başladıktan sonra iletişimin bıçak gibi kesilmesi. Bu durumu İzmir'deki bir yayıneviyle yaşadım. Hatta bir ara kapandıklarını bile düşünmeye başladım. Kitap fuarında stantlarını görünce gidip bir iki çift laf etmek geldi içimden ama, sonra değmeyeceğine karar verdim. Vardır bunda da bir hayır.
Ha bu arada merak etmeyin, işsiz filan kalmadım, elimde üzerinde çalıştığım aslanlar gibi bir klasik romanım, bir de sırada bekleyen ve çok ses getiren bir kitap daha var. Cevap vermeyenler kendileri düşünsün:)