28 Aralık 2013 Cumartesi

Saç - Baş Yolduran Bir Çeviri

Hemen hemen her meslekte alaylı / mektepli tartışması vardır. Mektepliler alaylılara hep kuşkuyla yaklaşırlar, işlerini bir türlü beğenmezler. Peki çevirmenin alaylısı kimdir? Benim gibi Filoloji / Çevirmenlik / İngiliz veya Amerikan Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu olmayan, ancak eğitim hayatı boyunca İngilizce dilinde eğitim almış, bu dili çok seven, (hatta inanmayacaksınız ama İngilizce rüya bile gören) hem İngilizce hem de Türkçe kalemine güvenen biri olabilir mesela. Veya yurtdışında doğmuş, bir süre orada yaşamış da biri de olabilir. Aslolan o dile bol miktarda maruz kalmak ve de sevmektir. 

Amacım kendimi övmek filan değil. Beni tanıyanlar zaten övünmeyi sevmediğimi bilirler. Hatta en büyük eksikliklerimden biri de tabiri caizse kendimi "pazarlamayı" bilmememdir. Fakat bugün elime bir kitap aldım ki, evlere şenlik! Hem de Amerikan edebiyatının en üretken ve en önemli yazarlarından birinin yazarlık yolculuğunu anlatan, rehber niteliğinde bir kitap. Ben kitapları okumaya başlamadan önce mutlaka editörün, çevirmenin kimler olduğuna bakarım. Bu sefer de öyle yaptım ve çevirmenin önde gelen bir üniversitenin İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu olduğunu, bu alanda yüksek lisans yapıp öğretim görevlisi olarak çalıştığını okuyunca, akıcı bir metin okuyacağımı düşünerek sevindim. Meğer fena halde yanılmışım... Okumaya başlar başlamaz, elimde tükenmez kalemle hataların, kulağı tırmalayan ifadelerin ve düşük cümlelerin altını çizmeye başladım... Şu anda 30 küsur sayfa kadar okudum ve birkaç sayfayla sınırlı kalmasını umduğum bu hatalar, ne yazık ki kitabın geneline yayılmış. İnanamadım, olamaz dedim. Düşünsenize, bu kişi bir üniversite hocası ve belki de geleceğin çevirmenlerini yetiştiriyor. 

Peki, bu metni redaktör veya editör hiç mi okumadılar? Okudularsa, nasıl onay verdiler? 1930'larda ölen bir kişinin yazdığı makaleden bahseden çevirmen, "son zamanlarda yazdığı" ifadesini kullanmış. Belki de yazım hatası (şahsen ben öyle olduğuna inanmak istiyorum), ama doğrusu "son zamanlarında" olmalı... Çünkü adamcağızın bu bahsi geçen makaleyi "son zamanlarda" yazmış olması için, mezarından kalkıp dirilmesi gerekir!

Çevirinin ve yayıncılığın ne denli emek gerektiren bir iş olduğunu bildiğimden, çevirmene ve yayınevine olan saygımdan ötürü burada hiçbir isim paylaşmamaya karar verdim. Fakat bir kez daha gördüm ki, istediğiniz kadar mektepli olun, çeviri ve yazım yeteneği biraz da insanın kumaşında olan bir şey...

Tespit ettiğim hataları yayınevine bir e-posta ile bildirmeyi düşünüyorum. Umarım ciddiye alırlar da, en azından sonraki baskılarda bu hatalar düzeltilir... 





24 Aralık 2013 Salı

2014 İçin Dileklerim

Yeni bir yıla girerken dilekleri sıralamak adettendir. Herkes 1 Ocak'ta hayatına sihirli bir değneğin değeceğine, bütün dileklerinin gerçekleşeceğine inanır. Ümit etmek ve hayallerimizi gerçekleştirmek için çalışmak güzeldir elbet. Fakat ben bu dilekleri biriktirmek için neden yeni yılı beklediğimizi anlamakta güçlük çekerim. Aralık ayının son gününü 1 Ocak'tan farklı kılan nedir? Zaman ve takvimler de aslında insanların hayatlarına bir düzen getirmek üzere icat ettikleri kavramlar olduğuna göre, aslında yeni yılda bir keramet yoktur. Yeni yılı özel yapan, bu kadar çok insanın iyi dileklerinin birleşerek yarattığı sinerjidir aslında...

Cem Yılmaz'ın evrene pozitif mesajlar yolladığı İş Bankası reklamına bu aralar çok gülüyorum. Ama inanın bana, eğer gerçekten temiz kalpliyseniz, yalnızca kuru kuru dilemeyip o uğurda çaba sarf ediyorsanız, hayatınızda bir şeyler değişmeye başlıyor. Her şey olması gerektiği sırada oluyor. Olmuyorsa da, sonradan dönüp bakınca "İyi ki olmamış" diyorsunuz...

Gelelim benim 2014 dileklerime:

Sağlık, huzur, bereket ve mutluluk istemek adettendir. Ben de hepsinden en yüksek dozda istiyorum!

Bolca kitap, yeni işler, yeni çeviriler istiyorum. 

Romanımı bitirip yayınlatmak istiyorum. Çok satanlar listesine de girse fena olmaz:)

Daha çok renk, daha çok müzik, keyifli seyahatler istiyorum. 

Dürüstlük ve doğruluk artık yükselişe geçsin istiyorum. Kendini belli eden ya da etmeyen ne kadar sinsi, kurnaz, içten pazarlıklı, sahtekar, hak yiyen insan varsa çevremden, hayatımdan, ülkemden, dünyadan ve evrenden çıksın istiyorum. Çıksınlar ve kendi küçük dünyalarında, hak ettikleri şekilde yaşasınlar...

Geriye dönüp de 2014'e baktığımda, "Vay be, ne yıldı ama," demek istiyorum.


23 Aralık 2013 Pazartesi

"Bir Günün Nasıl Geçiyor?"

Evden çalışmaya başladığımdan beri bana en sık sorulan soru bu. Çünkü "dışarıda" çalışan herkes sabahın köründe işe yetişme telaşıyla yollara düşerken, üstüne-başına, saçına-makyajına dikkat ederken, benim saat 11'de kalktığımı, saçımı fıskiye şeklinde topuz yapıp 12'ye kadar pijamalarımla gazete okuduğumu, sonra oturup 1 saat çeviri yaptığımı, sonra "çalışmayan" başka bir arkadaşımla buluşup laklak ettiğimi, kahve içip fal baktığımı ya da altın gününe gittiğimi filan sanıyor galiba... İçiniz rahat edecekse söyleyeyim, evden çalışmak hiç de böyle bir şey değil arkadaşlar. Merak etmeyin, ben de 12 sene boyunca "dışarıda" çalışan biri olarak, sizin yaşadıklarınızı yaşadım ve sizi anlıyorum. İsterseniz, bir günümün nasıl geçtiğini sizler için özetleyeyim:

Telefonumun alarmı sabah 07.00'da çalıyor. Kabul ediyorum, erteleme düğmesine basıyorum. Ama en geç yedi buçukta ayaktayım. Tabii önceki gece 3'e kadar çeviri yaptıysam, uyuma jokerimi kullanıp dokuzda kalkabiliyorum. Sanırım bu kadarına kızmazsınız:)

Hızlı bir duş alıp giyiniyorum. Ama eşofman değil. Gevşememek ve rehavete kapılmamak için gerçekten gündelik bir şeyler giyiyorum. Neyse ki takım elbise ve topuklu ayakkabı giymek zorunda değilim:)

Kahvaltı edip kahvemi yapıyorum. Bu arada eşimi uğurlamış oluyorum. Eğer erken kalktıysam saat 08.30 oluyor. Eğer dokuzda kalktıysam kahvaltıyla vakit kaybetmeyip bir tost yapıyorum.

Bilgisayarın başına geçiyorum. Önce maillerime bakıyorum. Sonra başlıyorum çalışmaya. Bilgisayarımda bir word belgesi, eğer dijital bir belgeden çeviri yapıyorsam bir pdf ve en az 3 tane sözlük açık oluyor. 

Ekran görüntüsü buna benziyor. Solda orijinal metin, sağda ise benim çevirim...


Bu iki belge arasında gidip gelerek ve anlamları kontrol etmek için gerektiğinde sözlüklere başvurarak, bazen de argo bir kelimenin karşılığını bulmaya çalışarak devam ediyorum. 

Bu arada sosyal medya dürtmeleri, arkadaşlarımdan gelen mesajlar ya da telefonlar araya giriyor. Fakat ev telefonunu bazen fişten çekiyorum. Çünkü sevdiğim insanlar acil bir şey olursa bana cepten ulaşabilirler, ama çalışırken sigara bırakma hattından aranmaya tahammülüm yok... 

Saat 1'de karnım guruldamaya başlayınca mutfağa gidip kendime mikrodalgada bir şeyler ısıtıyorum. Yalnızca yemek yerken televizyonu açıyorum. Sonra oyalanmadan yine masa başına geçiyorum.

Tabii bu arada sabahtan çamaşır makinesini kurmuşsam, "biippp biipp bippppp" sesiyle irkiliyorum. Gidip çamaşırları boşaltıp asıyorum. Şöyle bir evi topluyorum. 

Öğleden sonra mesaime saat dört gibi bir çay içerek ara veriyorum. Bu arada çok yorulmuşsam, kafamı boşaltmak için kısa bir yürüyüşe çıkıyorum. 

Eve gelince, yemek yapmam gerektiğini hatırlıyorum... Hemen gidip lenslerimi takıyorum. Malzemeleri daha iyi görmek için değil, soğan gözümü yaktığı için:) Çabucak bir şeyler ayarlayıp yemeği ocağa koyuyorum. Bu sırada biraz mesai saatinden çaldığım için kendimi suçlu hissediyorum. 

Bakıyorum saat altı olmuş bile. "Off" diyorum. Oysa bugünle ilgili ne kadar çok planım vardı. Pilates yapacaktım, kuaföre gidecektim, ne zamandır merak ettiğim şu sanat galerisine gidecektim, ne zamandır ektiğim veya arayamadığım filanca arkadaşımı arayacaktım... Serotonin seviyemi arttırmak için iki kare bitter çikolata yiyorum. Sonra da bu hareketim beni 5 kilo verme hedefimden uzaklaştırdığı için vicdan azabı çekiyorum. 

Son bir gayretle tekrar masa başına geçiyorum. Eşim gelmeden önceki bu son bir saat çok değerli. Çünkü eve gelince "Bırak artık şu çeviriyi, gel iki laf edelim" diyeceğini biliyorum. 

Akşam yemeği yiyoruz. Sonra bulaşık makinesini boşaltıp kirlileri yerleştiriyorum. Genelde film kanalını açıp başına geçiyoruz. Eğer film beni sarmazsa, çaktırmadan yine dizüstü bilgisayarımı kucağıma alıp gizlice çeviri yapıyorum. Ya da kitap okuyorum. Artık gürültüde de çalışmaya alıştım. 

Sonra bilgisayarın şarjı bitiyor. Bu sırada benim de şarjım artık teklemeye, gözüm kapanmaya başlıyor. Bir bakmışım ki divanda uyukluyorum...

Bu arada eşim sitem ediyor... Neden arkadaşlarımızı, büyüklerimizi eve daha sık çağırmıyoruz? Neden yemek daveti vermiyoruz? Neden eskisi kadar gezmiyoruz? Neden'le başlayan bir sürü soru soruyor. "Vaktim yok" demeye utanıyorum. Çünkü başkalarının gözünde ben hep "evdeyim"...

İşte böyle... Yine de işimi çok seviyorum. Fakat hayatı boyunca hiç çalışmamış olan akça pakça, tonton bir teyze, "Peki bir daha hiç dışarıda sabit bir işte çalışmayacak mısın?" diye sorunca çıldırıyorum. İnsanlar nedense tek başınıza bir şeyler yapmaya başlayınca yaptıklarınızın daha görünür olmasını bekliyorlar. Sanki dışarıda çalışırken kendilerine aylık rapor tebliğ ediyormuşum gibi... O zaman kimsenin aklına gelmeyen sorular şimdi ardı ardına sıralanıyor... 

İşte benim bir günüm böyle geçiyor...



  

21 Aralık 2013 Cumartesi

21 Aralık: Dünya Roman Kahramanları Günü

Ben 21 Aralık'ı en uzun gecenin yaşandığı tarih olarak bilirdim. Meğer bir özelliği daha varmış, Dünya Roman Kahramanları günüymüş. Bunu kim düşündüyse kendisini kutluyorum. Edebiyatı ve okumayı hatırlatmak için çok şık bir hareket. 

Birçok yazar, yazı sürecinde roman kahramanlarıyla aralarında sıkı bir bağ kurulduğunu, gerçek dünyayla bağlantısının zayıfladığını söyler. Bu benzetmeyi biraz abartılı bulanlar olabilir, ama ben ne demek istediklerini anlıyorum. O sahne yazılmadan, o cümle söylenmeden, o olay sonuca bağlanmadan yazının başından kalkarsanız, bir daha oturduğunuzda aynı havaya giremeyebilir, aynı şekilde yazamayabilirsiniz. O sırada kendi yarattığınız kurgu dünyası, size dışarıdaki dünyadan daha çekici gelebilir. Kahramanın söylemek istedikleri bitmeden o masadan kalkmak, bir arkadaşınız sözünü bitirmeden arkanızı dönüp gitmek gibidir.

Yazarlar kadar olmasa da, kitap çevirmenleri de roman kahramanlarıyla sıkı bir bağ kuruyorlar. Kitap bitene kadar o karakterlerle yatıp kalkıyorsunuz. Hele bir biyografi çeviriyorsanız, gerçekten yaşanmış olayları satır satır çevirirken, daha çok etkileniyorsunuz. Hepsinin dış görünüşü, giysileri, karakteri, oturup kalkması, konuşma tarzı, sevdiği / sevmediği şeyler beyninize kazınıyor. Sabahları yarım saat daha uyumaya, arkadaşınızla bir kahve içmeye, yemek yapmaya, yürüyüşe çıkmaya veya keyfiniz için başka bir kitap okumaya kalktığınızda, kafanızın içinde bir ses "Şşşttt" diye sesleniyor. "Ben buradayım, seni bekliyorum. Dünkü konuşmam yarım kalmıştı. Ne zaman ilgileneceksin benimle?" diye soruyor. Bu ses, kendisiyle birkaç saattir ilgilenmediğiniz roman kahramanının sesi. Roman bitene kadar da bu sesin dinmeyeceğini biliyorsunuz...

Roman kahramanları önemlidir. Başka diyarlara yolculuk yaparken onların rehberliğine ihtiyaç duyarız. Onlar olmasaydı, hikayeler de olmazdı. Çoğu okurun gönlünde yer edinen, çok sevdiği, belki de kendini özdeşleştirdiği bir roman kahramanı vardır. Bugün o kahramanlara, yazarlarına ve o kahramanı başka dillerde konuşturup, çok daha fazla insanın tanımasını sağlayan çevirmenlere şapka çıkarıyorum. Dünya Roman Kahramanları Günümüz kutlu olsun!


18 Aralık 2013 Çarşamba

Neden Kedileri (Bazı) İnsanlara Tercih Ediyorum?

Ülkemizin rüşvet skandallarıyla, türlü siyasi oyunlarla çalkalandığı bugünlerde, kedileri bazı insanlardan gerçekten daha çok sevdiğime karar verdim. Sosyal medyada rastladığım bir karikatürün bunu muhteşem bir şekilde özetlediğini görünce de dayanamadım ve paylaşmaya karar verdim. Yalnız olmadığımı bilmek güzel:) Kedileri çok sevsem de, eşimin protestosu yüzünden kedi sahibi değilim. Aslında kendisi de hayvanları çok sevmesine ve sokaktaki tüm kediler peşine takılmasına rağmen, evde beslemek istemiyor. Saygı duyuyorum, ama bu kedileri hastalık derecesinde sevmeme engel değil:) 

Gelelim nedenlerine... Aşağıdaki konuşma balonlarını sırayla çevirmem gerekirse:

Artık evlenmen gerek. Neredeyse 30 yaşındasın. (Neyse, çok şükür ki bu etabı başarıyla geçtim:) Artı 1.
Alınma ama, yalnızca koşarak forma giremezsin. (Liposuction da mı yaptırmam gerekiyor?!) Koşmayıp yürümeyi tercih ettiğim için, Eksi 2.
Ben senin yaşındayken doktora derecemi almıştım bile... (Üzgünüm Leyla, ama hiç böyle bir niyetim yok.) Eksi 1.
Artık çocuk yapman gerek. (Ek yorum: Hani yaş kemale eriyor ya hafiften, ondan diyorum. Sonra üzülme diye.) Şimdilik bu da Eksi 1.


Eğer matematiğim beni yanıltmıyorsa, sonuç Eksi 3 yapıyor. Vay benim halime! Ne çektim beee:)))

Tüm bu dost tavsiyelerinin altında da, masum ve tüm gayesi havadaki sineği takip etmek olan gri bir kedicik sadece "Miyav" diyor...

30 yaşından önce evlenen, koşarak forma giren, doktora yapan / yapmış ve çocuk sahibi olan canım arkadaşlarım sakın alınmasınlar. Hepinizi çok seviyorum. Ama kabul edin, komik değil mi?:)

10 Aralık 2013 Salı

F Klavye Genelgesi

Belki birçok insan bana kızacak ama, F Klayve kullanımını 2017'nin sonuna kadar zorunlu kılan bu genelgeyi okuyunca "eyvah" dedim. Tabii ki bu çok kişisel bir tepki. F klavye ile yalnızca üniversiteyken staj yaptığım sırada tanıştım. Ortaokuldan beri (henüz word bile ortada yokken, yazılarımızı siyah bir ekranda MS-DOS formatında yazıp, aynı anda adını bile unuttuğum siyah disketlere kaydetmeye çalıştığımızda laboratuvarın server'i kilitlenirken) Q klavye kullanıyorum. Belki de İngilizce eğitim aldığımız için böyle olması gayet normaldi. O yıllarda kimsenin aklına bunu sorgulamak gelmezdi. Kuzu kuzu kullanırdık. Üniversitede de her yerde Q klavye vardı. Ardından çalışmaya başladım, birkaç iş değiştirdim ve Q klavyenin demirbaş olduğunu gördüm. 

F klavye kullanmak zorunda kaldığım o staja dönersek... Beynim ve parmaklarım harflerin Q klavyedeki yerine o kadar alışmış ki, ben bir harfe basıyorum, ekranda başka bir harf çıkıyor. Hani bazen klavyenizin dil ayarlarını farkında olmadan değiştirirsiniz ya, onun gibi. Aman Yarabbim, o klavye benim kabusum olmuştu. Neyse ki bir daha F klavyeyle çalışmak zorunda kalmadım.

F klavyenin Türkçe'ye uygun olduğu ve daha hızlı yazıldığı söyleniyor. Doğrudur mutlaka. İyi güzel de, kamu kurumlarında iki dilde iş yapanlar, akademisyenler ne yapacaklar? Her dil için ayrı bir usb klavye mi bulunduracaklar?! Benim için Q klavyede Türkçe yazmanın hiçbir zorluğu yok; ama eminim bir çevirmen olarak F klavyede İngilizce yazmaya kalkarsam çıldırabilirim...

Neyse, bu genelgenin evlerdeki klavyelere karışacağını sanmam. Ama ülkenin gidişatına ve tercihlerimize ne kadar müdahale edildiğine bakılırsa insan ürkmüyor da değil hani...

Merak edenler genelge metnine http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/12/20131210-9.htm adresinden ulaşabilirler. 

3 Aralık 2013 Salı

Televizyona Katlanamamak

Bazı gündüz kuşağı programlarının ciddi anlamda zeka geriliğine yol açtığını ve insanın beynini uyuşturduğunu düşünmeye başladım. "Sen de seyretme," diyenler için söyleyeyim, zaten böyle bir işkenceye katlanmam söz konusu değil. Sadece mutfakta yemek yaparken, bulaşık makinesini boşaltırken bir ses olsun niyetiyle açtığım televizyonda duyduklarım bana yetiyor! Allah'ım bunlar ne kadar banal programlar böyle... Melodisi bile olmayan, sözleri ilkokul tekerlemelerine benzeyen şarkıları detone bir sesle söyleyen botokslu şarkıcılar, göbeğini titrete titrete oynayan teyzeler, 150 kiloluk teyzelere yapılan yüz gerdirme maskeleri... Yarabbim sen sabır ver. Ben 10 dk. bile seyretmeye dayanamazken, sunucuları nasıl oluyor da bu programları sunarken saçlarını  başlarını yolmuyorlar?!

Okan Bayülgen kendisi televizyon programcısı olmasına rağmen, televizyonun yerini giderek sosyal medyanın ve kişinin merakına özel videoların alacağını söylemişti. Çok haklı. Artık film kanalları dışında bir şey seyretmeye tahammül edemiyorum zira. Stüdyoda göbek atan teyzeleri gördükçe de, bu ülkede neden okuma oranlarının bir türlü istenen seviyeye ulaşmamasını anlayışla karşılıyorum. Kimseye haksızlık etmek istemem, belki de ön yargılıyım, ama benim tespitim bu. "Seyirci bunu talep ediyor" bahanesinin arkasına sığınıp, bu kadar düşük kaliteli programlar yapılmasını kınıyorum. 

Benim hoşuma giden ideal bir programın nasıl olacağını düşündüm de... Mesela bu gündüz kuşağı kadın programlarında her hafta bir yazar konuk edilse, her gün yeni çıkan bir kitap tanıtılsa, bunun üzerine tartışılsa ne güzel olurdu... Sanırım hayal görüyorum. Geçen hafta gündeme bomba gibi düşen, Kayseri Hayvanat Bahçesi'ne dinozor getirilmesini isteyen vatandaşlarımızı hatırladım da... Ne saçmalıyorum ben?! Bence yaşasalardı, dinozorlar bile halimize gülerdi...